Unutulmayanlar… (4)

Büyük Atatürk’ün hayatında asla yılgınlığa yer olmadığını, yenilgiyi kabul etmediğini, vazgeçmek, işi oluruna bırakmak gibi bahanelere sığınmadığını...

Büyük Atatürk’ün hayatında asla yılgınlığa yer olmadığını, yenilgiyi kabul etmediğini, vazgeçmek, işi oluruna bırakmak gibi bahanelere sığınmadığını, iradesinin akıl ve bilimi esas aldığını unutmayan kuşaktan biri olarak 5 bölümlük yazı dizimin 4. bölümünü bizim mahalleye ayırdım. Çünkü yenilgilere rağmen yılgınlığa kapılmamak, zorluklara rağmen çıkılan yoldan vazgeçmemek, bahanelere sığınmadan mücadele etmek bizim işimiz. Şimdi ders alınacak örnekleri paylaşma zamanı…

Neleri mi unutamadım sıralamaya çalışayım!

Kitaplarla kurduğum sıcak ilişkide sağlam bir dil köprüsü oluşturan kadın yazarları, hayatımızın yokluklarla, zorluklarla, kayıplarla sınandığı durumlarda uzatılan dost elleri unutamadım…

Yüreğimdeki yerlerini her daim koruyan ve yaşadığım sürece koruyacak olan tüm hocalarımı, aldığım yola, geldiğim noktaya, yazdığım her yazıya, yaptığım her konuşmaya emek veren, katkı sunanları unutamadım…

Özellikle üniversite yıllarımda hayal kurduran, iz bırakan, rol model olan, ilham veren, yön çizen, görüntüsü gözümden, sözleri belleğimden, hiç gitmeyen hocalarımdan Ionna Kuçuradi’nin, Yannis Ritsos’dan çevirdiği Barış adlı şiirinde; “Çocuğun gördüğü düştür barış/ Akşamüstü eve dönen babadır barış/ Dünyanın masasındaki ekmektir barış/ Bir annenin gülümsemesidir barış” şeklindeki dizeleri unutamadım…

Saha çalışmalarım sırasında; Sahiciliğin, içtenliğin, doğallığın, karşılıksız sevginin, yalınlığın adresi olan kadınları dinlerken çektiğim fotoğraflara yansıyan mutsuz bakışları, çektiğim videolarda duyulan sessiz hıçkırıkları, ama en çok da iç çekişleri unutamadım…

Hayat boyu İlgi görmeyen, varlığı görülmeyen, değer verilmeyen, yaptıkları yok sayılan, çocukluğundaki yaraları kabuk bağlamayan, öfkesini içine atıp büyüten, sahip çıkılmayan, çığlıkları duyulmayan, içindeki boşluğu dolduramayan, ruhu çocukken çok yara alan, kaderinin iplerini eline alsa da tutamayan tutunamayan, hem hayatla, hem kendiyle derdi olan kadınların ortak öykülerini unutamadım…

Başarılı bir öğrenci, iyi bir iş insanı, vefalı bir evlat, sevecen bir kardeş, özverili bir eş olsa da, hayatın yüzüne gülmediği kadınların derin yüz çizgilerin de kendini belli eden izleri unutamadım…

Sevgiyi ve sofrayı cömertçe paylaşanları İlham aldığım cesur, kırılgan kadınların dayanma gücünü, dayak yiyen, evinden kaçan, sığınma ve barınma yeri arayan, kendini koruma derdine düşen, her türlü zorluğu yaşayan, yaşadığı ülkenin gerçekleriyle ve tabularla yüzleşen kadınların direncini unutamadım…

Nefret ve şiddetin kök saldığı ülkemizde ve günümüzde 15 yaşında evlendirilip 16 yaşında katledilen Sıla Şentürk’ün gülümseyen yüzünü ve onun şahsında baba evinden koca evine çilesi bitmeyen, geleneksel yapının nabzını hissettiren, toplumsal eksiklikleri, aksaklıkları yaşayan kadınların hayata tutunma çabasını unutamadım…

Kadına şiddetin açtığı yaralar ve gedikler çerçevesinde, genelde şiddet, özelde kadın cinayetleri konusunda giderek vasıfsızlaştırılan toplumların nasıl vasatlaştığını ve sıradanlaştığını unutamadım…

Baskılara horlamalara, tacize dayanamayarak evinden kaçan, kendine özgürlük alanı açmaya çalışan, bir “hiç”ken, “kimlik”sizken kendine yeni bir kimlik edinme, kendini bulma yolculuğuna çıkan kadınların; hasret, ayrılık, dün, bugün, hayal, kavuşma ve yalnızlıkla nasıl baş ettiklerini unutamadım…

Şehit oğlunun mezarını her gün ziyaret ederek, toprağını düzelten, ektiği çiçekleri sulayan annenin yakınlarının eleştirisi üzerine; “Beni her gün oğlumun mezarını ziyaret ettiğim için eleştiriyorsunuz ama ben bunu yaparken onun gömleklerini yıkayıp ütülüyormuşum gibi hissediyorum!” şeklindeki yürek yakan sözlerini unutamadım…

“Kadın kadının kurdudur” sözünü, “kadın kadının yurdudur” şekline dönüştüren, aynı anda hem anne, hem eş, hem hala, hem teyze, hem nine, hem kardeş, hem işveren olan, ailenin bütünlüğüne, ailenin büyüklerine sahip çıkan kadınları unutamadım…

Arjantin’de karşılaştığım Samsunlu Terzi Anait’in, “Neden buradasınız?” soruma; “Ben onu çok sevdim, o beni aldattı, alıp kızımı çıktım evden, burada yaşayan dayıma sığındım. Doğduğum toprakları çok özledim. Anlayacağınız felek benim taşımı çok uzaklara attı!” cevabını verirken sesine ve gözlerine yansıttığı özlemi, sitemi ve benim boğazıma oturan düğümü unutamadım…

Arjantin’de dostum Feray Girgin’in kızının düğününde damadın gelinin elini tutarak, ailesine dönüp; “Merak etmeyin kızınızı çok mutlu edeceğim. Çünkü o beni seçti!” derken yüzündeki içtenliği ve bakışlarındaki sevgiyi unutamadım…

Ailesi tarafından okuldan alınarak erken yaşta evlendirilen genç kadının yere bakarak; “içimdeki boşluk dolmuyor, doymuyor!” sözündeki doğru saptamayı, “Çocukların karnı doysun diye biz yemiyoruz diyen Çiğdem ve Esat Çelik çiftinin sözlerine yansıyan acıyı, bakışlarında gözlenen umutsuzluğu unutamadım...

İtalya ‘da yaşayan ünlü yönetmen Ferzan Özpetek’in yoğun bakımda yatan annesini son bir kez görmek için doktorların özel izniyle yoğun bakıma girip öksürdüğünde! Aletlere bağlı olarak yaşam mücadelesi veren annesi Nesrin Hanımın elindeki butona basarak hemşireyi çağırıp fısıltıyla; “Ferzan öksürüyor, ona söyleyin ballı süt içsin!” şeklindeki zaman ve zemin tanımayan anne duyarlığını unutamadım…

Özetle! Kitaplarıma, yazılarıma, konuşmalarıma konu ve konuk olan, yurt içi - yurt dışı gezilerimde karşıma çıkan, saha çalışmalarım sırasında çektiklerini ve verdikleri mücadeleyi anlatırken ağlayan, dinleyip not alırken ağladığım kadınları hiç unutmadım…