Derdim büyük laflar etmek değil…

Derdim nostalji yapmak, büyük laflar etmek değil elbette. Mazeret aramadan, kabahati başkalarına yüklemeden, çözüm odaklı konularla ilgilenip, gerçeklere...

Derdim nostalji yapmak, büyük laflar etmek değil elbette. Mazeret aramadan, kabahati başkalarına yüklemeden, çözüm odaklı konularla ilgilenip, gerçeklere değinmenin yollarının nasıl bulunacağına işim gereği kafa yormak…

Bunca dert, bunca tasa dururken, ekran kuşlarına, hazine arazisi büyüklüğünde köşesi olan anlı şanlı yazarlara, onların meydan okuma hallerine, üstün görünme havalarına bakıp, ülke adına karamsarlığa kapılmadan ne yapılabilir sorusuna yanıt aramak…

Yazı masasının başına, bilgisayarın önüne oturmanın bazen alışkanlık, bazen sorumluluk, bazen sözün arkasında durma, bazen sığınak, bazen kaçış, bazen paylaşım, birazda kalem kâğıtla yaşanan ezeli ve ebedi dostluk olduğunu haykırmak…

Yazdıklarınız güncel olmasa da, kalıcı olmasa da bu yolu seçenler için yazmanın zorlu bir iş olduğunun, zorunlu bir eylem, bir bakıma başkaldırı, isyan, sessiz kalmamak, susmamak, meydan okuyanlara kendi çapınızda meydan okumak ve meydanı boş bırakmamak olduğunun altını çizmek…

Yazıp konuşmanın; işini ciddiye alanlar için aslında ağır, yorucu, yıpratıcı ve emek isteyen zahmetli bir iş, hele de siyasal ve toplumsal sorunlara eğiliyorsanız tehlikeli ve derin sularda kulaç atmak olduğunu özel olarak vurgulamak…

Gelelim “yaratıcı yazarlık” hocası olarak sorup anlattıklarıma!

Derslerimde öğrencilerime diyorum ki! Kendinize ait bir odanız olmayabilir, ama kendinize zaman ayırın, derdi, tasası, umudu, hayali olan, bazen hüzün tonunda bazen gülüp geçtiğiniz şeyleri kaleme alın. Bazen dertleri omuzlayıp, bazen tasaları dert edinin, ama hep paylaşın ki işin temellerini sağlam atabilesiniz.

Öğrencilerime diyorum ki! Sormak isterim size! İşinizin hayli zor, yolunuzun hayli dik olduğunu bilerek bu yolu seçmişseniz, susup oturabilir misiniz? Tonla konu, onlarca sorun, yüzlerce soru kafanıza üşüşmüşken, “yazmak istediğim budur, bundan ibarettir” diye kendinizi ve kaleminizi sınırlayabilir misiniz?

Onlarca örnek verebilirim.

CB diyor ki; “Müminin görevi varlıkta şımarmamak, yoklukta sabretmektir.” Harika, muhteşem, dört sekizlik bir söz ve açıklama! Demek ki yol yapan, köprü yapan, tünel yapan, hastane yapan, dolarla ve tonlarla para kazanan şımarmayacak. Borçlanan, vergisini ödeyen, kirasını ödeyemeyen, aşsız mutfağıyla, işsiz kocası ve çocuklarıyla cebelleşenler sabredecek! Varlıklı nasıl varlıklı oldu, yoksul neden yoksul kaldı diye sormayacak, sabredip, tahammül gösterip, tevekkül içinde bekleyecek. Bir nevi sınav gibi bu öneri karşısında susup kalabilir misiniz?

Büyük üniversitelerin profesör sanlı hocaları; “15 yaşında kızlar evlenebilir” diyorsa, bazı rektörler çıkıp; “Rektör ve akademisyenlere kep değil, sarık uygundur” açıklamasını yapıyorsa! “Entarisi ala benzeyen!” doktorlar başhekim yardımcılığına kadar yükseliyorsa susabilir misiniz?

Bir zamanlar partilerinde temel politikalara yön veren, önemli koltukları işgal edenler bile bugün yollarını ayırıp, ayrı parti kurarak, eleştiri, öneri, görüş sıralıyorsa gelinen nokta karşısında “bana ne onlar düşünsün!” diyebilir misiniz?

Azerbaycan’da ateşkese rağmen sivillerin üzerine bombalar yağıyorsa, ülkemizde yeşil alanlar yakılarak ranta açılıyorsa, memleketimizde kadın cinayetleri dur durak bilmeden ilerliyorsa sessiz kalabilir misiniz?

2003 yılında 83 kadının öldürüldüğü ülkemizde, siyasal iktidar; “bizim dönemimizde kadın cinayetleri azaldı!” açıklamasını yaparken 274 günde 369 kadının öldürülmesini nasıl açıklayacaklar diye merak etmez misiniz?

Özetle; Çağrışımlar çağlayanlar gibi aklıma üşüştükçe ben konuşuyorum onlar dinliyor! Zaman zaman bazılarının yüzünde “amma da zor bir dalı seçmişim” gibi gölgeli bakışlar hissetsem de, onlara “Yol yakınken…” diyemiyorum…