Adımız mı? Kadın bizim! (2)

“Derdin ne?” diye sorduğunuzda; “vaktiniz çok mu?” diye soran kadınlara! Acı da olsa öykülerini paylaşan, böylece yükleri hafifleyen, arada köprüler kuran...

“Derdin ne?” diye sorduğunuzda; “vaktiniz çok mu?” diye soran kadınlara!

Acı da olsa öykülerini paylaşan, böylece yükleri hafifleyen, arada köprüler kuran, dayanışma başlatan kadınlara!

“Hadi biraz da mutluluktan söz edelim!” dediğinizde “bu söz bana o kadar yabancı ki!” deyip yere bakan kadınlara!

İşe girdikten sonra kendisini döven eşine; “bundan sonra göreceğiz, göreceksin! Bakalım, el mi yaman bey mi yaman!” diye geç kalmış haklı tepkisini koyan kadınlara!

Emektar, özverili çabalarıyla sık sık değiştirilen MEB yasasına ve müfredata rağmen sistemi ayakta tutarken, çocuklarının da elinden tutan kadınlara!

Yeni işini ve orta yaşını şık bir çalımla kutlayan ve karşılarında şapka çıkardığım kadınlara!

“Kızını dövmeyen dizini döver!” sözünü ters çevirerek; “Kızını övmeyen dizini döver!” dedirten kadınlara!

Kadınların tarih içindeki yerini, sosyal yaşamdaki rolünü, hayata katkısını görünmez kılanlara karşılık; “ben varım” diye ortaya çıkan zayıf bedenli çelik karakterli kadınlara!

Kendini modern diye tanımlayan, ev işçisi, kültür emekçisi, mutfak görevlisi, otel çalışanı, fabrika emekçisiyim derken işinin adını net koyan, birlikte gülüp, birlikte hüzünlenen, ortak paydaları da duygusal yakınlığı da esas alan kadınlara!

Erek egemen görüşün; ailede kadına biçtiği rolden, çocukların yetiştirilmesinde asıl yükü anneye taşıtan egoizme, çocuk sayısından, kılık kıyafetine kadar tek tipe sıkıştıran baskı ve engellemelere karşı mücadele veren kadınlara!

Erkeklerin ve mahalle baskısının biçimlendirdiği toplumsal düzene karşı ortak bir direnç sergileyen kadınlara!

Zahmetli ve lezzetli yemekleriyle parmak yedirten, en az malzemeyle harikalar yaratan, bir ressam gibi sofraları görsel bir şölene dönüştüren süsleyip püsleyen, sofraların baş tacı yemekleri ikram etmek için saatlerini ocak başında ter dökerek geçiren kadınlara!

Yıllarca susarak, sessizce katlanarak, bıçak kemiğe dayandığında da içine bir kaç resim koyduğu bavulunu toplayıp, kapıyı kapatarak alıp başını giden kadınlara!

Hep başkaları için çalışan, evlatları için her şeye katlanan, susan, çeken, yutan ve her derde derman olan kadınlara!

Hayattaki tek amacı “durulamadan kurulamadan” fayans ve banyo temizliği yaparken görüntülenen, reklam yüzü gibi algılanan kadınlara!

Erkek egemen bir toplumda var olma savaşı veren, hep ikinci sırada konumlanmak istenen, varlığında onun yüzünden akıttığı gözyaşlarını ölümünde onun arkasından akıtan, kadın hakları diye bir şey yoktur çünkü “hakkı” erkek adıdır komedisine inandırılan kadınlara!

Özdemir Asaf’ın deyimiyle; “Küçücük bir odaya bir sürü eşyayı, minicik kavanozlara renk renk reçelleri, kol çantasına eczaneyi, bir şarkıya hıçkırıklarını, bir sigaraya efkârını, bir kahveye sırlarını” döken kadınlara!

Sevdiklerinden ayrı kalmanın özlemini, bazen gözüne, bazen gönlüne, çoğu kez gözyaşlarına, bazen duygusal türkülere, bazen içi acıtan sözlere döken kadınlara!

Parmağındaki nişan yüzüğünü oğlunun mezuniyet günü giyeceği ayakkabı için bozduran, cezaevi kapısında ömür tüketen, yüreği ağzında asker yolu gözleyen, hak aramak için yollara dökülen, gözünü bile kırpmadan işsiz kalanlar için polis copundan korkmadan sokağa çıkan ve yeri gelince de yüksek perdeden konuşan kadınlara!

Kimliğini ve kişiliğini her ortamda koruyan, aç gezip tok sallanan, eğilmeyen bükülmeyen, omurga sahibi kadınlara!

“Kadın hakları yoktur, insan hakları vardır, kadın hakları denilince bizim aklımıza kadınları haklamak gelir!” diyenlere karşı ölümüne mücadele veren kadınlara!