CHP'li Toprak: Üç kez ülkeyi erken seçime götüren Erdoğan şimdi erken seçime kabile devleti işi diyor

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi.

CHP'li Toprak: Üç kez ülkeyi erken seçime götüren Erdoğan şimdi erken seçime kabile devleti işi diyor

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdi. İç politika, Dış politika ve Ekonomi başlıklı değerlendirmelerde önemli konuları ele alan Toprak, 'Haftalık Değerlendirme Raporu'nu kamuoyu ile paylaştı.

“Son dönemde siyaset gündeminde tartışılan erken seçim çağrılarıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Gelişmiş ülkelerde erken seçim, zamanından önce seçim olmaz. Erken seçim kabile devletlerinin işidir’ söylemi demokratik hak ve talepleri yok sayan, sandık ve seçimi siyasi iktidarına tehdit gören bir yaklaşımdır. Aynı zamanda 18 yıllık iktidarı boyunca 3 kez erken seçime giden bir iktidarın kendi kendisini inkârıdır” dedi.

Toprak, “2002’den bu yana 18 yıldır iktidarda olan AK Parti hükümetleri döneminde gerçekleşen 5 seçimin üçü erken seçimdir. Bu erken seçim kararlarının alındığı 2007, 2015 ve 2018’de ise erken seçimi kabile devletinin işi gören Cumhurbaşkanı ve AK Parti iktidarıdır. 2007’de erken seçim kararı alan hükümetin Başbakanıdır. 2015 ve 2018’de ise Cumhurbaşkanı ve tek başına iktidar olan AK Parti’nin de Genel Başkanıdır” ifadelerini kullandı.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, Türkiye ve Dünya gündemini değerlendirdiği raporun tamamı şöyle:

İÇ POLİTİKA

AYM kararları yok sayılıyor!
Seçim talep etmek, erken seçim çağrısı yapmak suç değildir.

DIŞ POLİTİKA

Ermenistan’ın sivil yerleşim bölgelerine saldırılarında can kaybı artıyor!
İktidarın Kafkasya politikası, ABD ve Rusya’yı aynı noktada buluşturdu!
S-400 hava savunma sisteminin Sinop’ta test edilmesiyle ilgili gelişmeler, ABD’nin yaptırım tehditlerini yeniden gündeme taşıdı!

EKONOMİ

İktidar, Tüm Tıbbi Cihaz ve Malzeme İmalatçıları Derneği (TİMAD) tarafından, protesto edildi.

İktidar adeta ihracatçıyı, uluslararası taşımacılığı engelleyerek kendi ayağına kurşun sıktı!

TIR geçişlerini hızlandıracağı savunulan RSS sistemi bir ayda çöktü!

Ocak-Eylül dönemi bütçe açığı 140 milyar TL’yi aştı.

Sanayi üretim endeksi önceki aya göre yüzde 10,4 arttı!

TÜİK’in açıkladığı verilerle işsizlik, temmuz döneminde, yüzde 13,4 olarak gerçekleşti.

Genç İşsizler Platformu (GİP) TÜİK’in açıkladığı Temmuz ayı istihdam verilerini değerlendirdi.

Eylül ayında konut satışı bıçak gibi kesildi!

MB Ekim ayı beklenti anketinde dolar kuru geçerliğini yitirdi!

1.Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayan alt mahkemenin tavrı ve siyasi iktidarın yargıyla kavgasının ulaştığı boyutlar, anayasa ve hukuk devletinin yok sayıldığını apaçık ortaya koymaktadır.

Son birkaç haftadan bu yana bireysel başvuru davalarında almış olduğu ‘hak ihlali’ kararları nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) hedefine alan iktidarın dört koldan en yüksek yargı organına yönelik yıpratma, itibarsızlaştırma, tehdit kampanyası başlatması anayasanın ve anayasanın temel ilkelerinden hukuk devletinin iktidar tarafından yok sayıldığını, yargı denetiminden rahatsızlığını sergilemektedir.

2010 anayasa değişikliği referandumunda AYM’nin yapısını değiştiren, AYM’ye bireysel başvuru ve dava açma hakkını getirmekle övünen iktidarın, şimdi bu hakkın kullanımından ve AYM’nin bu hak çerçevesinde açılan davalarda verdiği kararlardan memnun olmadığı, AYM’nin yapısını tekrar değiştirerek hakları kısıtlama ve yüksek yargıçları kontrolüne almayı planladığı anlaşılmaktadır. AYM’nin, görevi yılsonunda bitecek bir üyesi hariç diğer üyelerinin tamamı AK Parti iktidarı döneminde önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanmıştır. 2010 anayasa değişikliğiyle TBMM tarafından seçilen üç üye ise AK Parti+MHP çoğunluk oylarıyla seçilmiştir.

AYM’nin Enis Berberoğlu hakkında oy birliği ile verdiği hak ihlali kararının yerel alt mahkeme tarafından tanınmaksızın, 5 yıl 10 aylık hapis cezası kararında direnme yoluna gidilmesi ve yeniden yargılamanın reddedilmesi açık şekilde anayasa ihlâli ve anayasa suçudur.

Hakimler Savcılar Kurulu’nun (HSK) 14. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti hakkında herhangi bir inceleme ya da soruşturma açmaması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının bu anayasa ihlaline ve anayasal suça sessiz kalması, Adalet Bakanının suskunluğu üzücü ve dikkat çekicidir!

Bir anayasa mahkemesi üyesinin paylaştığı sosyal medya mesajından darbe algısı çıkartarak AYM aleyhine kampanya başlatan, adalet aramak için başvurulacak son merci olan AYM’yi tahrip etmeye yönelen kampanyalar yanında, iktidara yakın medya organlarında bu üyenin direğe asmakla tehdit edilmesi yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti adına endişe vericidir.

Sonradan paylaşımının maksadını aşan şekilde yorumladığını dile getirerek özür dileyen AYM üyesinin tavrı da kabul edilemez, onaylanamaz. Dünyanın hiçbir yerinde yüksek yargı mensupları, yüksek yargıçlar günlük olayların, polemiklerin içinde yer alamaz, almamalıdır. Bu hem kişisel hem de kurumsal saygınlığın erozyona uğratılmasına zemin yaratacak bir tavırdır.

AYM’nin, kararlarının alt mahkemelerce tanınmaması, uygulanmaması, kararlara uyulmaması bir anlamda anayasanın rafa kaldırılması, yok sayılmasıdır. Kaldı ki, AYM kararlarında bir siyasallaşma ithamı ve buna bağlı rahatsızlık söz konusuysa, bu kararları veren yüksek yargıçlar AK Parti iktidarının kendi siyasi yaklaşımı ve ideolojisine yakın bulduğu için AYM üyeliğine atadığı, seçtiği kişilerdir!

2.Üç kez ülkeyi erken seçime götüren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdi erken seçimi kabile devleti işi olarak nitelendirmesi şahsının ve partisinin siyasi çıkarını öncelemesi, çifte standart ve siyasi samimiyetsizliktir!

Demokratik hukuk devletinin bir diğer temel unsuru, sandık güvenliği, seçmenin hür iradesine saygı ve demokratik seçimlerdir. Seçim talep etmek, erken seçim çağrısı yapmak suç değildir.

Son dönemde siyaset gündeminde tartışılan erken seçim çağrılarıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Gelişmiş ülkelerde erken seçim, zamanından önce seçim olmaz. Erken seçim kabile devletlerinin işidir’ söylemi demokratik hak ve talepleri yok sayan, sandık ve seçimi siyasi iktidarına tehdit gören bir yaklaşımdır. Aynı zamanda 18 yıllık iktidarı boyunca 3 kez erken seçime giden bir iktidarın kendi kendisini inkârıdır.

2002’den bu yana 18 yıldır iktidarda olan AK Parti hükümetleri döneminde gerçekleşen 5 seçimin üçü erken seçimdir. Bu erken seçim kararlarının alındığı 2007, 2015 ve 2018’de ise erken seçimi kabile devletinin işi gören Cumhurbaşkanı ve AK Parti iktidarıdır.

2007’de erken seçim kararı alan hükümetin Başbakanıdır.

2015 ve 2018’de ise Cumhurbaşkanı ve tek başına iktidar olan AK Parti’nin de Genel Başkanıdır.

Gelişmiş demokratik ülkelerde, demokrasilerde, Cumhurbaşkanının örnek verdiği batılı Avrupa ülkelerinde seçim en saygın ve demokratik çözüm olarak görülmekte, siyasi tıkanıklıklar sık sık erken seçimle aşılmaktadır.

AB’den ayrılma (Brexit) tartışmalarının yaşandığı, demokrasinin beşiği ve dünyanın yazılı olmayan anayasasına sahip İngiltere, son beş yılda iki kez erken seçime ve bir kez referanduma giderek üç başbakan değiştirmiştir.

Aynı şekilde AB üyesi İspanya, İtalya en sık erken seçime giden ülkeler arasında yer alırken Avusturya sıklıkla siyasi tıkanıklıkları erken seçimle aşan bir başka Avrupa ülkesidir.

Bugüne kadar sürekli seçim kazanmakla övünen, sandığa ve seçime herkesin saygı duyması gerektiğini söyleyen ve ülkeyi üç kez erken seçime götüren AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdi normal zamanından önce yapılacak bir seçim ihtimalini ilkel kabile devletleriyle özdeşleştirmesi seçimi kaybetme korkusunun dışa vurulmasından başka bir şey değildir.

Bu söylemdeki daha da vahim olan çelişki ise Cumhurbaşkanının kabile devletlerinde seçim olduğunu düşünmesidir. İnsanlığın en ilkel yönetim biçimlerinden birisi olan kabile devletlerinde zaten ne erken ne de vaktinde seçim diye bir şey yoktur.

Kabile devletlerinin, kabile reisi ve sülalesinin hegemonyasında, kabile üyelerinin ise reisin tebası olarak görüldüğü, bırakınız seçme-seçilme hakkını, reisten izinsiz konuşma hakkının bile olmadığı bir yapıyı ifade ettiği kanımca herkes tarafından bilinmektedir.

3.Geçen hafta yapılan AB Zirvesi’nden Türkiye’ye ‘geri adım atması’ çağrısı yapılırken, ABD’den de benzer yönde tepki açıklaması geldi. Türkiye ise herhangi bir geri adım atmayacağını duyurdu!

1-2 Ekim’deki AB Liderler Zirvesi öncesinde iktidar Oruç Reis Sismik araştırma gemisini Antalya Limanı’na çekmişti. NATO bünyesinde yürütülen müzakerelerde Türkiye ile Yunanistan arasında Güvenlik Mekanizması kurulduğu istikşafi görüşmelere başlanacağı açıklanınca AB liderleri Türkiye ile ilgili yaptırım konusunu Aralık ayına erteleme ve gelişmeleri izleme kararı almışlardı. Ancak Yunanistan ikili istikşafi görüşmelerin İstanbul’da başlaması için Türkiye’den tarih ve davet beklediğini açlıklarken, bu gerçekleşmedi. Türkiye ise bu konudaki beklentisini vize serbestisi, gümrük birliği anlaşmasının revizyonu, tam üyelik müzakerelerinde yeni fasılların açılması konusunda AB’den gelecek adımları görme beklentisine endeksledi.

Dolayısıyla karşılıklı beklentiler konusunda somut bir gelişme olmayınca geçtiğimiz hafta Oruç Reis gemisi yeniden denize açılarak ilan edilen Navtex ile Meis Adası açıklarına hareket etti. Bunun üzerine Yuınanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa’nın Türkiye’nin gerilimi yeniden tırmandırdığı iddiasıyla başlattıkları girişimler üzerine önce AB Dışişleri Bakanları ardından da AB liderleri toplanarak gelişmeleri ele aldılar.

Daha önce olduğu gibi tamamıyla tek yanlı ve Yunanistan-GKRY tezlerine destek veren bakış açısıyla gündemi ele alan AB liderlerinin zirvesi sonrasında yapılan açıklamada yaptırım tehdidi yeniden gündeme getirilerek Türkiye’den ‘geri adım atması’ istendi. Bu defa AB liderleri Doğu Akdeniz’in yanı sıra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) 1974 Kıbrıs Barış harekâtı’ndan bu yana 46 yıldır iskâna kapalı olan Maraş şehri sahilinin açılması kararına da tepkilerini dile getirerek, bu konuda da Türkiye ve KKTC’nin Maraş’ı kısmi açma kararından vazgeçilmesi çağrısı yaptılar. Türkiye'ye karşı olası yaptırımlarla ilgili kararın da Aralık ayında alınacağı duyuruldu.

AB devlet ve hükümet başkanları, Türkiye'nin Oruç Reis sismik araştırma gemisini yeniden Doğu Akdeniz’e göndermesiyle tırmanan gerilimde AB üyesi Yunanistan ve GKRY’ye ‘tam destek’ mesajını yineleyerek Türkiye'yi diyaloğa açık olduğunu somut adımlarla gösterme çağrısında bulundu.

AB Zirvesinden sonra yayınlanan ortak bildiride Türkiye, “tek taraflı ve provokatif eylemlerde bulunmak” ile suçlanarak, AB’nin bu tutumdan üzüntü duyduğu kaydedildi.

Bildiride Kuzey Kıbrıs’ta 1974 yılından bu yana kapalı olan Maraş bölgesinin açılması ‘provokasyon’ olarak nitelendirilerek Türkiye'den bu adımından geri dönmesi istendi. AB liderleri, anlaşmazlık alanlarında gerilimin düşürülmesi için Ankara’nın “acilen kararlı ve kalıcı adımlar” atması gerektiğini vurguladı.

Almanya Başbakanı Angela Merkel zirve sonrası, Türkiye’nin attığı adımları “üzücü” olarak nitelendirerek, Türkiye’ye ‘ilişkilerin olumlu açıları üzerinde çalışma’ çağrısında bulundu. Zirveye katılan AB liderlerinin Türkiye’nin attığı tek taraflı adımların gerilimi düşürmediği, tam tersine artırdığı konusunda görüş birliği içinde olduğunu belirten Merkel, Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerini ‘çok üzücü ve gereksiz bulduğunu’ ifade etti.

Oruç Reis’in yeniden Doğu Akdeniz’e açılmasına ABD’den de dozu oldukça sert olarak nitelendirilebilecek, Türkiye’yi suçlayan bir açıklama geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı açıklamasında Yunanistan ile gerilimin yatıştırılması aşamasında Türkiye tarafından atılan adımların ‘esefle karşılandığı’ belirtilerek Türkiye’ye karşı ‘bölgedeki gerilimi artırmak ve Yunanistan ile müzakerelerin başlamasını kasten zorlaştırmak’ suçlamaları yöneltildi.

Gerek AB liderlerinden gerekse ABD’den gelen açıklamalarda doğrudan Türkiye’nin itham edilmesi, gerginlikten sorumlu tutularak, provokasyonla, tehdit, şantaj, gözdağı ile suçlanması ve Türkiye’yi tehdit ve gözdağı ile suçlayanların aynı zamanda Türkiye’ye yaptırım tehditleri savurması çifte standart ve samimiyetsizliktir.

Tamamıyla tek taraflı bir tutum ve tavırla sergilenen Türkiye karşıtı bu yaklaşımlarla aksine Yunanistan ve GKRY’nin sırtı sıvazlanarak her türlü diyalog, müzakereden kaçınma konusunda cesaretlendirilmektedir.

AB ve ABD Türkiye’yi yaptırım, ambargo ve gerekirse Yunanistan-GKRY’ye askeri destek ile tehdit ederek geri adım attırmak, Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’deki tezlerini, hak iddialarını tamamıyla kabul ettirmek istemektedirler. Türkiye’yi Ege’ye ve Akdeniz’de Antalya Körfezi dışına çıkamaz konuma getirmeyi içeren bu tezlerin kabulü söz konusu olamaz. Bugün, başta Lozan Anlaşması olmak üzere uluslararası hukuktan kaynaklanan haklılığımıza rağmen Ege ve Akdeniz’de tek başına kalmış olmamızın nedenlerini de açık şekilde ortaya koymamız, tartışmamız yakıcı hale gelmiştir. Sadece AB ve ABD değil, Rusya, Mısır, İsrail, Ürdün ve hatta Filistin’in de bölgemizdeki deniz sınırları ve münhasır ekonomik bölge (MEB) anlaşmalarında karşımızdaki safta yer almalarında, iktidarın iç politikaya ve İhvan’a endeksli dış politika zafiyetinin negatif katkısı büyüktür.

Dış politikanın Trump, Putin, Aliyev, Şeyh el Temim ya da başka isimlerle kişisel dostluklara dayalı şekilde yürütülemeyeceği, kişisel dostluklardan önce ülke çıkarlarının gözetilmesinin, tavizsiz korunup kollanmasının önemli olduğu yaklaşımı maalesef iktidarın gündeminde ve idrakinde değildir. Türkiye, neredeyse önüne gelenin yaptırımla, ambargoyla tehdit edebildiği, sözünü ciddiye almadığı, söylediğine güvenilmeyen, her an, her saat kişisel tutum değişiklikleriyle politika değiştiren bir ülke konumundadır ve dünyada da böyle algılanmaktadır. Türkiye’ye yönelik bu yaklaşımlar kabul edilemez!

4.Dağlık Karabağ’daki çatışmalarda 10 Ekim’de Rusya’nın koordinasyonunda varılan ateşkes mutabakatı uzun ömürlü olmadı. Ermenistan’ın sivil yerleşim bölgelerine saldırılarında can kaybı artıyor!

Ermenistan başta Gence olmak üzere sivil yerleşim yerlerine füze saldırıları düzenlerken sivil can kayıpları arttı. Azerbaycan da bu saldırılara SİHA’larla karşılık verdi. Özellikle Ermenistan işgalinden sonra ismi Stepanakert olarak değişen Karabağ’ın başkenti Hankendi’ye Azerbaycan ordusunun roketlerle ve Türkiye’den alınan SİHA’larla düzenlediği hava saldırılarında da can kayıpları yaşandı, kentte büyük hasar meydana geldi. Her iki taraf da birbirini karşılıklı olarak sivil can kayıpları, çocuk ölümleriyle suçluyor. Ermenistan, Azeri ordusunun harekâtına Türk subayların kumanda ve koordine ettiğini, Gence’deki hava üssünde Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 savaş uçaklarının konuşlandırıldığını öne sürüyor. Türkiye ve Azerbaycan bu iddiaları reddediyor.

Geçen hafta Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev, uluslararası medyaya yaptığı açıklamalarda, Türkiye’den satın alınan Silahlı İnsansız Hava Araçları’nın (SİHA) varlığını doğrularken, bunların sayısını söyleyemeyeceğini ancak Türk SİHA’ları sayesinde Ermenistan ordusuna büyük zayiat verdirildiğini, 1 milyar dolarlık askeri malzemenin tahrip edildiğini kaydetti.

Rusya’nın iki tarafı ikna ettiği ateşkese rağmen çatışmalar aralıklarla devam ediyor. Son olarak 16 Ekim’de Ermenistan’ın roket saldırısında Gence’de 13 sivil daha yaşamını kaybedince çatışmaların sertleşmesi ihtimali yükselse de saldırı sonrası taraflar yeniden ateşkes ilan ettiklerini açıkladılar.

İktidar Dağlık Karabağ sorununa çok yakından ilgili ve Azerbaycan’ın yanında doğrudan siyasi ve askeri çözüme müdahil olmak istiyor. Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev de son bir haftada birkaç kez çözüm masasında Türkiye’nin de yer alması gerektiğini söyledi. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, masanın kompozisyonunun ve müzakere formatının değişmeyeceğini açıkladı.

Lavrov’un değişmeyeceğini söylediği mevcut müzakere formatı Minsk Başkanları ABD, Rusya ve Fransa’nın arabuluculuğunda Ermenistan ve Azerbaycan’ın taraf olarak masaya oturduğu bir format. Süreci fiilen yöneten ve belirleyici olan Rusya!

Dağlık Karabağ’ı devlet olarak Ermenistan da dahil dünyada resmi olarak hiçbir ülke tanımadığı için bağımsızlığını ilan etmiş Karabağ adına masada Ermenistan yer alıyor. Ermenistan’ın ‘Bağımsız Karabağ da masada yer alsın’ ısrarına Azerbaycan, ‘O zaman işgal sonrası Karabağ’dan göç etmek zorunda kalan Azerbaycanlılar da masada yer alır’ tezini öne sürünce Karabağ masa dışı kaldı. Ermenistan en baştan Türkiye’nin çözüm masasında arabulucu olmasını reddediyor, Rusya buna destek veriyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Hem sahada hem masada olmaya devam edeceğiz” açıklamasında bulunsa da Moskova’daki ateşkes masasında Türkiye yer alamadı.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği teşkilatı (AGİT) bünyesinde oluşturulan Minsk Grubu ve grubun çözüm lideri ülkeleri Rusya, ABD, Fransa da mevcut formatın sürmesi gerektiği görüşünde ve Türkiye’nin müdahil olmasına, çözüm masasında yer almasına karşı Rusya ile ortak düşüncede.

İktidarın Azerbaycan’a askeri, diplomatik, teknik ve silah desteğinden beklentisi; Kafkaslarda etkin konuma gelmek, çözüm masasında Azerbaycan’ın yanında denkleme dahil olmaktı. Ancak bölgeyi ‘Arka Bahçesi’ olarak gören Rusya, gelişmelerin de gösterdiği gibi buna karşı ve izin vermemekte kararlı görünüyor.

Son olarak Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un ‘Türkiye ile stratejik ortak değiliz. Partnerlik ilişkimiz söz konusu. Bazı konularda partner olarak ortak tutum sergiliyoruz’ sözleri, aynı zamanda Türkiye’ye ve iktidarın Suriye, Libya’da Rusya ile ilişkilerine, son olarak da Kafkasya’daki gelişmelere yönelik kritik bir uyarı mesajı olarak görülmeli. Gelinen noktada Azerbaycan’ın da Ermenistan’a karşı askeri ve ekonomik üstünlüğüne karşılık, Rusya’nın devreye girmesine, arabuluculuk yapmasına ve Ermenistan’ı ikna etmesine umut bağladığını söylemek yanlış olmaz. 20 günden bu yana süren çatışmalar her iki tarafın da ağır kayıplar verebileceğini gösterdi.

Rusya ve Ermenistan arasında askeri alanda müttefiklik anlaşması olmasına karşılık Putin, çatışmaların başladığı andan itibaren sessiz ve serinkanlı bir tutum izledi. Dağlık Karabağ’ın Ermenistan toprağı olmadığını dolayısıyla Ermenistan ile aralarındaki askeri savunma işbirliği anlaşmasının Dağlık Karabağ’ı kapsamadığını vurgulayarak çatışmalara Rusya’nın Ermenistan yanında askeri müdahalesine yönelik beklentileri karşılamadı.

Putin bu tutumuyla aradaki anlaşmalara rağmen Ermenistan için Azerbaycan’ı kaybetmenin Rusya için bir alternatif olmadığını, Azerbaycan’ı karşısına alarak Türkiye’nin Güney Kafkasya’ya adım atmasına, arka bahçesine girmesine imkân sağlamayacağını göstermiş oldu. Putin, Ermenistan ile Kolektif Askeri Güvenlik Anlaşması Örgütü üyeliğine rağmen Dağlık Karabağ çatışmasında müdahil olmayarak Azerbaycan’ı karşısına almadı. Aynı zamanda Azerbaycan’a da örtülü şekilde ‘daha ileri gitmemesi, Ermenistan’a saldırması durumunda anlaşma gereği Ermenistan’a askeri destek vermek zorunda kalacağını’ ileterek, Dağlık Karabağ ile Azerbaycan arasındaki birkaç tampon reyonu (şehir-kasaba) geri aldıktan sonra durması gerektiği, Türkiye’yi daha fazla bölgeye çekmemesi mesajını verdi.

Minsk Grubu’nun ve müzakere formatının değişmeyeceğini deklare eden Rusya, Türkiye’nin Kafkasya’ya adım atmasının yolunu kesti. Ateşkes masasını Moskova’da kurarak müzakere masasının nasıl ve kimlerle kurulacağını da ilan etmiş oldu!

5.İktidarın Kafkasya politikası, ABD ve Rusya’yı aynı noktada buluşturdu. Putin, Dağlık Karabağ’daki çatışmaların başlamasından ancak 17 gün sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü!

Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in Türkiye’ye Azerbaycan’da üs vermeyi değerlendirmeye aldıklarını dile getirmesi, Rusya’nın arka bahçesi Kafkasya için sessiz kalacağı bir gelişme değil. Rusya baskıyı artıracaktır. Nitekim Putin’le çok yakın olan Çeçenistan Devlet Başkanı Ramzan Kadirov’un tam bu noktada Kafkasya’da eylem hazırlığında olan ve Suriye’den gelen 4 cihatçının yakalanarak öldürüldüğünü açıklamasının kime mesaj olduğu açık. Eş zamanlı olarak Rusya ve Mısır Donanmalarının Karadeniz’de Dostluk Köprüsü 2020 ortak askeri deniz tatbikatı gerçekleştireceklerinin duyurulması da tam bu aşamada dikkat çeken bir başka mesaj. İktidarın Libya’da karşı karşıya geldiği Mısır’ın donanmasının boğazlardan geçerek Karadeniz’de bayrak göstermesi, Rusya donanmasının da yakın gelecekte Mısır’da üsleneceği, Süveyş Kanalı ve stratejik deniz yollarında Mısır’ın Doğu Akdeniz’de sağlayacağı imkânları kullanmaya başlayacağının sinyali. Bu gelişmeler üst üste eklendiğinde iktidarın Kafkasya hamlelerine, yakın dönemde Rusya’nın doğrudan ya da dolaylı hamlelerle karşılık vereceğini öngörmekteyim.

Geçen hafta Kremlin’den yapılan açıklamada, iktidarın ilişkilerinin gergin olduğu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid ile Putin’in kapsamlı bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiğinin ve Orta Doğu’daki sorunların çözüm yollarını ele aldıklarının duyurulması, bu hamlelerin önemli sinyallerinden birisi. Görüşmeye ilişkin BAE’den yapılan açıklamada ise Putin ile Veliaht Prensin İhvan’ın bölge ülkelerindeki faaliyetlerini, cihatçı terörünü ele aldıkları, ‘İhvan’a sponsor olan ülkelerle’ ilgili görüş alışverişinde bulunduklarının ifade edilmesi de yine iktidara mesajdır.

Mısır-Irak-Ürdün arasında cihatçı örgütlere, İhvan-Müslüman Kardeşler’e karşı işbirliği ve ortak üçlü siyasi-askeri mekanizma kurulması müzakerelerinde önemli ilerleme sağlandığının duyurulması da yine çarpıcı bir başka sıcak gelişme.

Bu arada oldukça uzun bir aradan sonra Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un 26 Ekim’de Yunanistan’ın Başkenti Atina’ya resmi bir ziyarette bulunacağı açıklandı. Yunanistan Dışişleri Bakanı ve hükümetiyle ikili ilişkileri ve bölgesel sorunları ele alacağı açıklanan Lavrov’un bu ziyareti öncesinde Rusya’nın Atina Büyükelçiliğinden yapılan açıklama oldukça manidar. Rus elçiliğinin açıklamasında Atina’nın Ege’de karasularını 6 milden 12 mile çıkartmasının uluslararası deniz hukukuna uygun bir girişim olduğunun vurgulanması ve Ege’deki Yunan adalarının karasularının 12 mil olduğunun kabulüne destek verildiğinin dile getirilmesi dikkat çekicidir. Bu aşamada ABD’nin yaptırım tehdidine rağmen iktidarın S-400’leri test etme adımını atması, kanımca Rusya’nın dolaylı tepkilerinin tansiyonunu düşürmek, olası yeni adımların dozunu azaltmak için yapılmış bir hamledir. Rusya’yı daha fazla üstüne çekmemeye yönelen iktidar, ABD ve NATO’dan gelecek tepkilere de ‘sistemi aktive etmedik sadece test ettik’ karşılığını vererek ikna etmeye, yaptırım ihtimalini düşürmeye çalışacaktır.

İktidarın Azerbaycan’ın haklı olduğu Dağlık Karabağ sorununa müdahil olma girişimi ve sağladığı siyasi-askeri desteğin, Kafkasya’da Rusya ile restleşmenin Rusya’da yarattığı rahatsızlık, dolaylı adımlarla dile getiriliyor. Sıraladığım bu son gelişmeler, Rusya’nın farklı hamleler ve girişimlerle bu rahatsızlığın sinyallerini vermeye başladığını, önümüzdeki günlerde sürecin daha farklı boyutlara ilerleyebileceğini, Türkiye’yi sıkıntıya sokabilecek sorunlar yaşanabileceğini işaret ediyor.

6.Rusya’dan satın alınan ve depoda tutulan S-400 hava savunma sisteminin geçen hafta Sinop’ta test edilmesiyle ilgili gelişmeler, ABD’nin yaptırım tehditlerini yeniden gündeme taşıdı!

Rusya’dan milyarlarca dolara satın alınan ve ABD ile NATO’nun tepkisine neden olan S-400 hava savunma sistemleri 1,5 yılı aşkın süredir aktive edilmeksizin depoda tutulurken geçtiğimiz hafta sistemin ilk testi gerçekleştirildi. Her ne kadar Milli Savunma Bakanlığı ve iktidar sözcüleri S-400’lerin testiyle ilgili resmi bir açıklamada bulunmasa da uluslararası haber ajanslarında yer alan haber ve görüntüler testin yapıldığının teyit ediyor.

Geçen yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan S-400’lerin bu yılın Nisan ayında aktive edileceğini açıklamıştı. Ancak aktivasyon gerçekleşmedi ve gerekçe olarak da kamuoyuna koronavirüs salgını gösterildi. İnandırıcı bulunmayan bu gerekçeye karşılık asıl nedenin salgın nedeniyle ağırlaşan ekonomik krizin sistemin aktive edilmesi durumunda gündeme gelebilecek ABD yaptırımlarıyla çözümsüz hale gelmesi ihtimalinin güçlü olduğunu gösteriyordu.

S-400’lerin test edildiği haberlerinin ardından ABD Savunma Bakanlığı Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan oldukça sert açıklamalarla tepki gösterildi. ABD Dışişleri Bakanlığı açıklamasında, ‘Türkiye sistemi harekete geçirirse, güvenlik ilişkimizde çok ciddi sonuçları olacaktır’ denildi.

Bu açıklamalarla birlikte ABD’nin daha önce İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uyguladığı CAATSA (Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yasası yaptırımlarının Türkiye’ye karşı derhal yürürlüğe konulması girişimleri hız kazanırken, ABD Kongresinde de bu yönde karar tasarıları peş peşe gündeme getirilmeye başlandı.

ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı Eliot L. Engel ve Avrupa, Avrasya, Enerji ve Çevre Alt Komisyonu Başkanı William R. Keating, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’ya gönderdikleri bir mektupla Türkiye'ye karşı baskıyı artırma çağrısı yaptı. İktidarın bugüne kadar bekledikten sonra 3 Kasım’daki ABD Başkanlık seçimlerine 15 gün kala CAATSA yaptırımları ihtimali de güçlü bir şekilde gündemde iken neden böyle bir zamanlama ile testi gerçekleştirdiği konusunda farklı ihtimalleri dile getirebiliriz.

İlk olarak yukarıda da değindiğim gibi, Kafkasya’da Rusya ile karşı karşıya gelinmesinin bu ülkede yarattığı rahatsızlığın dozunu düşürmek, bir anlamda Rusya’nın gönlünü almak akla gelmektedir.

Buna karşılık sistemin aktive edilmesini yaptırım gerekçesi sayan ABD’nin göstereceği tepki konusunda da iktidarın kendi içinde bazı alternatif senaryolar kurguladığını öngörmekteyim.

Kanımca, Trump ile kişisel ilişkilerinin iyi olduğu kaydedilen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kabinesi, seçilme kaygısıyla tüm enerjisini iç politikaya yoğunlaştıran ve bugüne kadar yaptırım çağrılarında ağırdan alan Trump’ın tekrar seçilmesi durumunda, yaptırımların uygulanmaması için ikna edebileceğini hesap etmektedir. ABD yönetiminin iç politikaya ve seçim mücadelesine yoğunlaştığı bu dönemi anlaşıldığı kadarıyla iktidar bir fırsat olarak görerek bu adımı atma yoluna gitti.

Diğer yandan Joe Biden’in seçilmesi senaryosuyla ilgili olarak da iktidarın bir hesap yaptığı anlaşılıyor. Türkiye’ye CAATSA yaptırımlarını uygulayacağını seçim vaatleri arasında sayan Biden seçilirse görevi Ocak ayında Trump’tan devralacak.

ABD siyasetinde başkanlar için ‘topal ördek’ nitelemesinin yapıldığı yaklaşık 2 ayı aşan bu sürede Trump görevde olacağı ve seçim kaybetmiş bir başkan olarak radikal kararlar almaktan geri duracağı hesabı yapılmış olabilir.

Böylece şayet Biden seçimi kazanırsa göreve başlayana kadar 2 ayı aşkın bir süre kazanacağını düşünen iktidarın, bu süreyi S-400’leri test edip kullanıma hazır hale getirmek ve ardından Biden yönetimiyle kurulacak ilişkilerin seyrine göre aktivasyon için zamanlamayı beklemek üzerine bir kurguladığını öngörmekteyim.

Ancak her koşulda 2,5 milyar dolar ödenerek teslim alınmış bu hava savunma sisteminin aktive edilmesi ya da yaptırımlardan muaf olabilmek için aktive edilmeksizin depoda tutulmaya devam edilmesi gerekecek. İktidarın böyle bir ikilem içinde olduğunu, ABD’deki başkanlık seçimi sürecini bir fırsat olarak görüp, iç kamuoyuna karşı da böyle bir adım attığını söyleyebilirim.

7.İlaç ve tıbbi malzeme alımlarının parasını ödemeyip imalatçılardan yüzde 25 ‘feragat’ talep eden iktidar, Şehir Hastaneleri ve KÖİ müteahhitlerinin garanti ödemelerini yapmaya devam ediyor!

Sağlık Bakanlığı ve Üniversite hastanelerinin ilaç üreticilerine 2,3 milyar dolar tıbbi cihaz, malzeme üreticilerine ise 19 milyar TL’yi aşan ödemeleri yıllardır yapmaması üzerine ağırlaşan kriz, Tüm Tıbbi Cihaz ve Malzeme İmalatçıları Derneği (TİMAD) tarafından Ankara-Ulus’ta düzenlenen gösteriyle protesto edildi. ABD Büyükelçisinin Amerikan ilaç şirketlerinin milyarlarca dolarlık alacağının ödenmemesi halinde şirketlerin Sağlık Bakanlığı hastanelerine ilaç satışını durduracağını açıklamasıyla iktidar pazarlığa otururken, tıbbi cihaz ve malzeme imalatçılarından ise alacaklarının yüzde 25’inden feragat etmeleri halinde ödemeleri yapacağını bildirdi.

İstihdam sağlayan, üretim yapan, hastanelerin ihtiyacını yıllardır karşıladığı halde parasını alamayanlara yapılan bu muamele ve feragat talebine karşılık, iktidar, Şehir Hastanelerini KÖİ modeliyle inşa edip işleten, 20-25 yıl boyunca döviz endeksli hasta garantisi, kira ve hizmet bedeli ödemeleri yaptığı kendisine yakın müteahhitlerden böyle bir feragat, alacaklarından vazgeçme talebinde bulunmuyor. Ülke ekonomisinin ağır krizde olduğu, salgınla birlikte sağlık çalışanlarının, hastanelerin büyük fedakârlık sergiledikleri bir süreçte köprü, otoyol, havaalanı, tünel müteahhitlerine de dövize endeksli araç, yolcu geçiş garantileri karşılığında milyarlarca liralık ödemeler kesintisiz sürdürülüyor ve bu yandaş müteahhitlerden de feragat istenmiyor.

İktidar bugüne kadar kurlardaki artışın ulaştığı boyutları da göz önünde tutarak en azından salgın döneminde bu KÖİ müteahhitlerinin garanti alacaklarının bir kısmından vazgeçmesi ya da döviz garantilerinin sabit kurdan TL’ye çevrilmesi çağrılarımızı duymazlıktan geldi. Bütçe rekor açık verirken, hazine rekor faizlerle borçlanırken, İktidar, halkın rızkından kesip müteahhitlere ödeme yapmayı sürdürüyor.

Diğer yandan ise İKTİDAR; ilaç ve tıbbi malzeme imalatçılarından yıllardır ödenmeyen ve şirketleri iflas noktasına getiren alacakları için feragat istiyor, ‘alacaklarınızın en az yüzde 25’inden feragat etmezseniz paranızı ödemem, batarsanız batın’ diye tehdit ediyor. Böyle bir çifte standart ve adaletsizlik olabilir mi?

8.İktidarın her gün değişen kararlarıyla önünü göremeyen iş dünyasında ilaç ve tıbbi cihaz imalatçılarından sonra son olarak mağdur edilenler ihracatçılar ve uluslararası nakliyeciler oldu!

Yeni yönetim sistemiyle, sadece toplumda değil iş dünyasında, sanayiciler, iş insanları, işletmeciler, şirketler arasında da ayrımcılık, kamplaştırmanın ulaştığı bu boyut ekonomi ve sağlık sektörü için ayrı bir tehdittir.

Bir yandan ülkeye döviz gelsin diye çırpınan ihracatçılarımız diğer yandan Avrupa’dan gelen siparişlerin artmaya başlamasına sevinirken iktidarın 15 Eylül’de sınır kapılarında TIR geçişleri için uygulamaya koyduğu Randevulu Sanal Sıra Sistemi (RSS) ile ihraç mallarını Türkiye sınırında çıkartamaz hale geldi!

Ticaret Bakanlığı ve ekonomi yönetiminin dijital RSS sistemini gümrük sistemine entegre etmeksizin devreye sokmasıyla Kapıkule’de kaos ve kargaşa sonrasında ihraç malı yüklü TIR’ların Türkiye’den çıkış süresi 98 saate (4 gün) çıktı.

Bu öngörüsüz, günü birlik değişen kararlar ve liyakatsiz yönetim anlayışıyla ülkenin dövize en çok ihtiyacı olan bir dönemde iktidar adeta ihracatçıyı, uluslararası taşımacılığı engelleyerek kendi ayağına kurşun sıktı!

TİM ve İhracatçı Birlikleri ile Uluslararası Nakliyeciler Derneği’nin (UND) uyarıları, yakınmaları sonrasında hafta sonu Yunanistan ve Bulgaristan sınır kapılarında inceleme yapan iktidar yetkilileri yaptıkları yanlışı bizzat gözleriyle görünce 16 Ekim’den itibaren RSS uygulamasından vazgeçerek sınır kapılarında eski sisteme dönülmesini kararlaştırdı.

Büyük iddialarla uygulamaya konulan, sınır kapılarında dijital randevu sistemiyle TIR geçişlerini hızlandıracağı savunulan RSS sistemi bir ayda çökerken, ihracat ve uluslararası taşımacılığın önünde en büyük engele dönüştü.

Tek adam yönetiminin, yeni hükümet sisteminin günü birlik değişen kararlarla yürütmeye çalıştığı ekonomi bizzat iktidarın kendi yanlışları, yetersizlikleriyle daha da ağır hasara uğratılıyor. Sadece bu son iki örnek bile tek adam yönetim sisteminin devlette, ekonomide ve diğer tüm alanlarda yarattığı ağır tahribatı gözler önüne sererken, sistemin iflasını da kanıtlıyor!

9.Ocak-Eylül dönemi bütçe açığı 140 milyar TL’yi aştı. Salgında Mart ayında dağıtılan 1.000.- TL dışında kimseye nakit destek ya da hibe sağlanmadığına göre, bütçe açığındaki bu rekor artışın nedeni nedir?

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın duyurduğu rakamlarla merkezi yönetim bütçesi eylül ayında 29,7 milyar lira açık verdi. Faiz dışı açık ise 13,5 milyar lira olarak gerçekleşti. Açıklanan verilere göre, eylülde bütçe gelirleri, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 25,1 artarak 78 milyar 916 milyon lira, bütçe giderleri yüzde 34,4 artışla 108 milyar 580 milyon lira oldu. Faiz harcamaları 16 milyar 209 milyon TL, faiz hariç harcamalar ise 92 milyar 371 milyon TL tutarında gerçekleşti.

Bakanlığın açıklamasında 2020 yılında merkezi yönetim bütçe giderleri için öngörülen 1 trilyon 95 milyar 461 milyon TL ödenekten Eylül ayında 108 milyar 580 milyon TL gider gerçekleştirildiği, geçen yılın aynı ayında ise bu tutarın 80 milyar 814 milyon TL olduğu kaydedildi. Böylece eylül ayı bütçe harcamalarının geçen yılın aynı ayına göre yüzde 34,4 oranında arttığı vurgulandı.

2020 yılı Eylül ayı vergi gelirleri tahsilatının geçen yılın aynı ayına göre yüzde 29,9 oranında artarak 68 milyar 311 milyon TL olduğu belirtilirken Ocak-Eylül dönemi 9 aylık bütçe açığı ise 140 milyar 591 milyon TL olarak açıklandı.

Gelir vergisi tahsilatında geçen yılın aynı ayına göre yüzde -4,3, Kurumlar Vergisi’nde ise yüzde -41,7 gerileme olurken, dolaylı vergilerden KDV’de yüzde 33,6, ÖTV’de ise yüzde 30 artış sağlandı! İthalde alınan KDV’deki artış yüzde 57 olurken, Banka-Sigorta Muameleleri Vergisi’nde yüzde 103,7 artış elde edildi.

Diğer deyişle bütçenin asıl sağlam gelir kalemleri olan Gelir ve Kurumlar vergisi tahsilatı ekside, dolaylı vergilerde ise yüksek oranlı artışlar söz konusu. Buna rağmen 9 ayda 140,5 milyar açık verilmiş ve 108 milyar TL faiz ödenmiş. Faiz giderlerinde 2019’un Ocak-Eylül döneminde göre gerçekleşen artış yüzde 32,3 düzeyinde.

Ancak bütçedeki bu tabloyu ve açıklanan rakamları sadece salgın dönemine ve iktidarın iddia ettiği gibi 500 milyar TL düzeyindeki desteğe bağlamak yanlış olacaktır.

Çünkü salgının başlangıcında Mart ayında devletten sosyal yardım alan kayıtlı 2 milyon aileye yapılan 1.000.- TL nakdi yardım dışında, toplumun geniş kesimlerine sağlanan bir yardım, nakdi destek, hibe yok. Bunun dışındaki tüm sağlandığı ileri sürülen destekler, vergi, SGK, kredi taksiti, borç vb. ertelenmesinden ibaret. Bu ertelenen alacaklardan da vazgeçilmesi, silinmesi söz konusu değil.

Dolayısıyla Ocak-Eylül döneminde dokuz ayda 870 milyar TL olarak açıklanan bütçe giderleri ve 140,5 milyar TL açığı ortaya çıkartan harcamalar kime, nereye gitti? Milyonlarca insan zor durumda ve herhangi bir nakit desteği, hibe, almış değil.

Ertelenen ancak silinmeyen vergi-prim alacakları hâlâ bütçenin gelir kaleminde duruyor. Tahakkuk eden ancak tahsil edilemeyen, ertelenen vergi ve prim alacakları silinmeyip, bütçenin gelir kaleminde göründüğü için gerçek bütçe açığının 140,5 milyar TL’nin çok daha üzerinde ve kat kat fazlası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla vergi gelirleri içerisinde tahakkuk-tahsilat oranı ve gerçek bütçe açığı tutarı şeffaf bir şekilde halka ve meclise açıklanmalıdır.

Bütçe giderleri içinde en yüksek tutarlardan birisinin SGK’ya aktarılan prim desteği olduğu görülüyor. Yani SGK’nın açıkları olağanüstü artmış durumda ve bu da emekli maaşlarının ödenip ödenemeyeceği sorusunu akla getiriyor!

Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının asli görevi ve sorumluluğu olduğu halde, iki yılda emeklilere toplam 647 milyar TL emekli maaşı ödemesi yapıldığını açıklaması ve bundan iktidar adına övünç çıkartması, zamanlama açısından oldukça manidar! SGK’nın prim alacaklarını tahsil edemediği, bu çerçevede 300 bini aşan sayıda gayrimenkulü haczettiği, ancak bunları satarak nakde çeviremediği göz önünde tutulduğunda, bu bütçe tablosu, yakın gelecekte oldukça ciddi bir sağlık-sosyal güvenlik-emekli maaşı ödemelerinde kriz işaretleri vermektedir. Açıklanan bütçe rakamlarında dikkat çeken, çarpıcı olan tutarlardan birisi 9 ayda 108 milyar TL tutarında faiz ödemesi yapılmış olması. Bu tutar, iktidarın ne pahasına ve hangi faiz üzerinden olursa olsun, bulduğu her borca saldırdığını gösterirken, 140,5 milyarlık bütçe açığı da borç bulma ihtiyacının daha da artacağını gösteriyor.

Nitekim iktidarın alelacele borçlanma yetkisini iki katına çıkartan yasa değişikliğini meclisten geçirmesi, bu şiddetli borçlanma ihtiyacının ve parasızlığın, çaresizliğin somut işareti. Son olarak önceki hafta yurt içinden yüzde 6,4 faizle 2,5 milyar dolar döviz üzerinden kendi yurttaşlarına borçlanan hazinenin verdiği bu faiz, tüm dünyada iflas durumundaki Arjantin ve Venezuela’dan sonra en yüksek dolar faizi!

Yükselen risk primi nedeniyle yurt dışından döviz borcu bulmakta iyice zorlanan iktidarın yurt içinden dövizle borçlanmaya gitmesi ve fahiş denilecek düzeyde faiz ödemeyi göze alması, dokuz ayda rekor tutara ulaşan bütçe açığı da dikkate alındığında, önümüzdeki haftalarda ve aylarda hazinenin sayıları daha da artacak borçlanma ihalelerine çıkacağını gösteriyor.

İki katına çıkartılacağı anlaşılan borçlanmalara, çok yüksek faizlerin ödeneceğini, bu faiz maliyetinin ise vatandaşların ve hepimizin sırtına zam yağmuru ve dolaylı vergilerde artış olarak bindirileceğini öngörmekteyim. Bu adımlar on milyonu aşan işsizler, gelirden yoksun kalanlar ile birlikte, TL’deki hızlı değer kaybıyla alım gücü dibe vuran milyonlarca yurttaşın yakın dönemde zorunlu harcamalarını karşılayamaz hale geleceğini, faturalarını, borçlarını ödeyemeyeceğini işaret ediyor.

Dolayısıyla, 800 milyarı aşan bireysel ihtiyaç ve tüketici kredisi taksitlerinin ödenememesinin bankacılık sisteminde yeni bir finansal krizi tetiklemesi ihtimalini göz ardı edemeyiz.

Cumhurbaşkanı imzasıyla iki hafta önce yayınlanan Orta Vadeli Mali Plan’da (OVMP) yer alan bütçe hedefleriyle, önümüzdeki üç yıl boyunca Vergi ve Prim Affı’nın söz konusu olmayacağı öngörülmesine karşılık, AK Parti Grup Başkanvekili Mehmet Muş, TBMM’ye sevk edilen yeni torba yasaya vergi ve SGK prim borçlarının yapılandırılmasının da ekleneceğini açıkladı.

Bu, bir yanıyla Cumhurbaşkanının yayınladığı OVMP’nin zaten tutarsız, çelişkilerle dolu hedeflerinin mürekkebi kurumadan, iki haftada geçersiz hale geldiğinin iktidar tarafından ilanıdır. Aynı zamanda bugüne kadar yürürlüğe konulan yapılandırmaların bir benzerinin meclise sunulacağını belirten AK Parti sözcülerinin ifadeleri, iktidarın sadece ilk iki taksiti tahsil etmeye bile razı şekilde, bir vergi-prim yapılandırmasına gideceğini göstermektedir.

Geçmiş dönemde olduğu gibi iki taksiti ödemeyenlere e-haciz uygulanması, banka hesaplarının, nakit varlıklarının otomatik olarak bloke edilmesi durumunda ise iflas zinciri ve batış fırtınasıyla tüm borçlar ödenemez hale gelir, ekonomik çöküş daha da şiddetlenir.

O nedenle, iktidarın bu defa öncekilerden FARKLI BİR YAPILANDIRMAYA gitmesi, gecikme ve ceza faizlerini tümüyle silmesi, anapara borcunda en az yüzde 25 indirim sağlaması ve yapılandırılan borcun taksit ödemelerinin de en erken 6 ay ile 1 yıl sonra başlatılması, kanımca güncel ve yakıcı ekonomik sorunlara bir nebze çözüm olabilir. Aksine bir yapılandırma, en baştan çözüm olmayacağı gibi geçmiş 7-8 yapılandırma örneğinde yaşandığı şekilde kısa sürede tıkanacaktır!

Eylül ayı bütçe gerçekleşmeleri verilerinin ve rakamların gösterdiği, üstü örtülmeye çalışılan bütçe gerçekleri ve oluşan rekor açığın altında yatan vahim tablo, kısa sürede acilen akılcı, gerçekçi, güven verici, çözümler ortaya konulmazsa ağır bir ekonomik çöküşün sinyallerini vermektedir.

İktidarın ve ekonomi yönetiminin hayal âleminden bir an evvel sıyrılıp, gerçeklerle yüzleşmesinin vakti çoktan gelmiş geçmektedir. Aksi halde ağır bir ekonomik enkazın altında kalınması ihtimali her geçen gün endişe verici şekilde daha da artmaktadır.

10.Sanayi üretim endeksinin ağustos ayında yüzde 10,4 artışına karşın hâlâ geçen yılın altında olması, eylül ayından itibaren endeksin yönünün aşağıya döneceğini, inişe geçileceğini gösteriyor!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ağustos ayı sanayi üretim endeksinin önceki aya göre yüzde 10,4 arttığını açıkladı. Korona salgınının başlamasından itibaren kapanan işyeri ve işletmeler, içeride duran talep ve ihracattaki sert düşüşlerle dip noktaya inen sanayi üretiminin aylar sonra bu düzeyde bir yükseliş yakalaması olumlu bir gelişme.

Hazine ve Maliye Bakanı, ağustos ayı verisiyle Türkiye’nin sanayi üretimi artışında OECD ülkeleri arasında birinci, dünyada ise ikinci olduğunu içeren bir paylaşım yaptı. Ekonominin yerli ve milli politikalarla ‘rayına oturmaya başladığını’ dile getirdi.

Ancak kanımca bir aylık veriye bakarak böyle bir iddiayı dillendirmek gerçekçi olmamanın da ötesinde iktidarın gerçeklikten kopukluğunun göstergesidir!

Haziran ayında normalleşmeye geçişle birlikte dağıtılan düşük faizli ucuz kredilerle konutta, otomobilde, ticari ve tüketici kredilerinde, tatil kredisindeki kampanyaların arızi olarak kısa süreli böyle bir gelişmeye zemin hazırlayacağı bilinen bir şeydi. İktidar elindeki kaynakları hızla tükettiği için söz konusu kampanyaların ömrü iki ay ancak sürebildi.

Arkasından, hızlı ve aşırı kredi genişlemesinin gerek bankacılık sektörünün batık-takibe intikal eden kredi alacaklarını büyüttüğü gerekse enflasyonu tetiklediği ortaya çıktı.

Bunun yanı sıra dövize talebin artması ve bankalardaki döviz mevduatı hesaplarının üç ayda 40 milyar dolar artması, dağıtılan ucuz kredilerin büyük bölümünün üretim ve istihdam artışı yerine döviz ve altın alımına gittiğini gösterince Merkez Bankası ve ekonomi yönetimi kredi daraltmaya, parasal sıkılaştırmaya yöneldi.

Merkez Bankası, politika faizini 1,5 yıl sonra 2 puan artırmak zorunda kalırken hemen hemen tüm kredi türlerinde faizler çift haneye yükseltildi. Bu arada enflasyon da her türlü hesap oyunu ve makyaja rağmen ÇİFT HANEDEKİ yükselişini sürdürdü!

Bir yandan da sanayi üretimindeki bu artış ihracatta aynı düzeyde artışı beraberinde getirmediği gibi, artırılan gümrük vergilerine karşın ithalat yüzde 20’leri aşan düzeyde artışa geçti.

Dış ticaret artışında makas açılırken, cari açık da ağustos ayında 4 milyar doların üzerinde artarak Ocak-Ağustos döneminde sekiz ayda 26,4 milyar dolara yükseldi ve YEP’teki 24,2 milyar dolarlık yılsonu hedefinin üzerine çıktı!

Ağustos ayındaki yüzde 10,4’lük artışa rağmen hâlâ geçen yılın aynı dönemindeki sanayi üretimi endeks artışı düzeyi yakalanabilmiş değil. Bunun yanı sıra kredi daralması ve parasal sıkılaştırma önlemleriyle birlikte kanımca eylül ayından itibaren endeksin yönünü aşağı çevirdiğini, eylül-aralık döneminde bu daralmaya paralel olarak sanayi üretiminin de gerileyeceğini öngörmekteyim.

İktidarın açıkladığı YEP’te ‘iyimser’ senaryoya göre yılsonunda yüzde 0,3 pozitif büyüme sağlanması ihtimali bu durumda zora girecektir. Kanımca YEP’te ikinci seçenek olarak yer verilen ‘kötümser’ senaryonun gerçekleşmesi ihtimali yükselecektir ve en az eksi yüzde 1,5 ve üzerinde bir ekonomik daralma-küçülme söz konusu olacaktır.

Bunda da en önemli etkenlerden birisi; sanayi üretim endeksinin şu anda bile geçen yılın gerisinde kalan seviyesinin, eylül ayından itibaren daha da aşağı inmesiyle üretim düşüşünün hızlanmasıyla yaşanacaktır.

Ucuz kredi pompalaması, tüketici ve tatil kredileriyle canlandırılmaya çalışılan iç talep ve tüketimle birlikte sanayi üretimi de artışa geçmiş görünüyor. Bu nedenle üçüncü çeyrekte pozitif büyüme hızının yakalanması ihtimali söz konusu. Buna karşılık bahsettiğim parasal sıkılaştırma, kur ve faiz artışıyla birlikte bu canlanma dördüncü çeyrekte yerini yeniden ekonomik daralmaya, negatif büyümeye bırakacaktır!

11.İşsizliğin azaldığını içeren Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri hem istihdam edilenlerin hem de işsizliğin gerilediğini söylerken, pek çok soruyu da yanıtsız bıraktı!

TÜİK’in açıkladığı verilerle Türkiye genelinde işsizlik, haziran, temmuz ve ağustos aylarını kapsayan temmuz döneminde, yüzde 13,4 olarak gerçekleşirken, işgücüne katılma oranı 3,5 puanlık azalışla yüzde 50,3, genç işsizlik oranı da yüzde 25,9 oldu. Bir önceki ayda da işsizlik oranını yüzde 13,4 olarak açıklayan TÜİK’e göre işsizlik artmamış oldu.

Açıklanan rakamlara göre, 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2020 yılı Temmuz döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 369 bin kişi azalarak 4 milyon 227 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise geçen yılın aynı ayına göre 0,5 puanlık azalış ile yüzde 13,4 seviyesinde gerçekleşti.

İstihdam edilenlerin (çalışanların) sayısı 2020 yılı Temmuz döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 254 bin kişi azalarak 27 milyon 263 bin kişiye, istihdam oranı ise 2,9 puanlık azalış ile yüzde 43,5’a indi. İşgücüne katılım 2020 yılı Temmuz döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 1 milyon 622 bin kişi azalarak 31 milyon 491 bin kişiye düşerken, işgücüne katılma oranı ise 3,5 puan azalarak yüzde 50,3 olarak gerçekleşti.

15-64 yaş grubunda işsizlik oranı geçen aynı dönemine göre 0,5 puanlık azalışla yüzde 13,7, tarım dışı işsizlik oranı ise 0,6 puanlık azalışla yüzde 16 oldu. Buna karşılık 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı da TÜİK rakamlarıyla bir önceki yılın aynı dönemine göre 1,2 puanlık azalışla yüzde 25,9, istihdam oranı ise 4,5 puan azalarak yüzde 30,4 oldu. Aynı dönemde 15-24 yaş genç nüfusta işgücüne katılma oranı 6,8 puanlık azalışla yüzde 41 seviyesinde gerçekleşti.

 TÜİK’in Temmuz’da işgücünün 2019'un aynı dönemine göre 1 milyon 622 bin kişi azalarak 31 milyon 491 bin kişiye indiğini bildirmesine karşılık, istihdam edilenlerin, yani bir işte çalışanların sayısının ise 1 milyon 254 bin kişi azalarak 27 milyon 263 bin kişiye indiğini açıklaması ciddi bir çelişki!

Yani çalışma çağındaki nüfus 1,1 milyon artarken, çalışan sayısı 1,2 milyon azalıyor, ama aynı anda işsizlik de düşüyor! TÜİK’in bunun nasıl gerçekleştiğini, bu hesabı nasıl yaptığını inandırıcı bir şekilde izah etmesi gerekirken eleştirilere yönelik herhangi bir açıklama yapılmıyor.

Diğer deyişle işgücündeki ve istihdam edilenlerdeki azalmaya karşılık işsiz sayısı 369 bin kişi azalmış. Bilim insanları, akademisyenler, sosyal güvenlik uzmanları bile bu hesabı anlamıyor, içinden çıkamıyor!

12.Genç İşsizler Platformu (GİP), 15-34 yaş grubu genç çalışan sayısının 1 milyon 186 bin kişi azaldığını, 15-34 yaş grubunda işsiz sayısının ise 2 milyon 506 bin kişiye çıktığını vurguladı!

Genç İşsizler Platformu (GİP) TÜİK’in açıkladığı Temmuz ayı istihdam verilerini değerlendirdiği raporunda;

876 bin üniversite mezunu işsize ek olarak 1 milyon 317 bin üniversite mezununun iş bulma ümidini kaybetme, eğitime devam etme, ev işleriyle meşgul olma gibi nedenlerle iş gücünde yer almadıkları halde işsiz dahi sayılmadıklarını TÜİK hesaplamalarında yer alamadığını dile getirdi.

Ne eğitimde ne istihdamda yer alan gençlerin sayısının TÜİK verileriyle 5 milyon 903 bine ulaştığına dikkat çeken GİP sayıları yaklaşık 6 milyona ulaşan bu gençlerin de işsizler arasında sayılmadığını, belirterek;

“Genç kadınların arasında eğitime ve istihdama dâhil olmayanların oranı yüzde 44,5’e yükseldi. Bu oran, erkeklerin yüzde 21,9’luk oranının çok üstünde. Üniversite mezunu 992 bin kadın da yüksek eğitim düzeylerine rağmen iş arıyor ama işsiz sayılmıyor. Eğitimli işsizler içinde kadınların durumu erkeklere göre çok daha kötü ve genç kadınlar, üniversite mezunu genç kızlar ağır bir şekilde cinsiyete dayalı sosyal hak kaybı yaşıyor” görüşünü dile getirdi.

Üniversite mezunu milyonlarca genç işsizin Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) kredilerini ödeme imkânı bulamadıkları, KYK kredi borçlarına işletilen yüksek gecikme ve ceza faizleriyle borçlarının sürekli şekilde arttığı kaydedilen GİP değerlendirmesinde, işsiz-gelirsiz-geleceksiz olan milyonlarca gencin bu nedenle haciz ve icra tehdidi altında oldukları vurgulanıyor.

TÜİK’i kullanarak sorunu örtmeye, gerçekleri gizlemeye çalışan iktidar, yine TBMM’ye sevk ettiği torba yasayla kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin vb. uygulamaların 2023 yılına kadar uzatılmasına imkân sağlayacak değişiklikleri Cumhurbaşkanı yetkisinde yasalaştırmaya yöneliyor.

İKTİDAR, sorunlara çözüm üretmek yerine sorunlardan kaçma, gizleme, üstünü örtme arayışlarına öncelik veriyor!

13.Konut satışlarında kamu bankalarının sübvansiyonlu ve görev zararı pahasına dağıttığı ucuz krediler iki ayda tükenince, eylül ayında konut satışı bıçak gibi kesildi!

Eylül ayında konut satışları Türkiye genelinde geçen yılın aynı ayına göre yüzde 6,9 azalarak 136 bin 744 oldu. İktidarın Haziran ayında normalleşme sürecine geçiş adımıyla kamu bankalarına dağıttırdığı ucuz krediler kesilince ipotekli satışlarda temmuzda 130 bin olan konut satışı eylülde 35 bine geriledi. Böylece, yaz ayları boyunca kamu bankalarının milyarlarca liralık görev zararı uğruna dağıttığı düşük faizli kredilerde kaynak tükenince, faizlerin yükselişe geçmesi ipotekli (banka kredili) satışların bıçak gibi kesilmesine neden oldu. Haziran ayında 101 bin temmuzda 130 bin olan ipotekli satışlar, ağustos ayında 76 bine geriledikten sonra eylülde ise bunun yarısına inerek 35 bin 576 adet oldu. Böylece ipotekli konut satışları 2 ay öncesine göre dörtte bir azaldı!

Konut kredilerinde yıllık faiz oranları temmuz ayında yüzde 9 düzeyinde seyrederken eylül ayında bu oran yüzde 14 düzeyine yükseldi. İktidarın talimatıyla kamu bankaları önderliğinde düzenlenen konut kredisi kampanyalarında aylık kredi faizleri haziran-temmuz aylarında yüzde 0,49'lara kadar inmiş iken şu anda yaklaşık üç misli düzeyine yükselerek aylık yüzde 1,25'ler seviyesinde seyrediyor.

Türkiye genelinde ilk defa satılan konut sayısı 2020 Eylül ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 19,5 azalarak 41 bin 376’ya geriledi.

Toplam konut satışları içinde ilk satışın payı yüzde 30,3 oranıyla üçte bir düzeyine inerken ikinci el konut satışları ise 2020 Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,1 azalışla 95 bin 368 oldu.

Bu arada Ocak-Eylül döneminde 9 ayda toplam konut satışları 1 milyon 161 bin 278 adede ulaşarak geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 34,2 artış gösterdi. Ocak-Eylül döneminde ipotekli konut satışı ise haziran-temmuz aylarındaki ucuz kredi kampanyasının katkısıyla yüzde 170,7 artarak 508 bin 690 oldu.

Döviz kurlarının hızlı ve olağanüstü düzeyde yükselmesi, TL’de yüzde 40’a varan değer kaybı yabancılara yapılan konut satışlarını da yeniden hareketlendirdi. Ancak yine de önceki yılların rakamlarına ulaşılamadı. Ocak-Eylül döneminde belirttiğim gelişmelerin etkisiyle geçen yılın aynı dönemine kıyasla yabancılara yapılan konut satışları yüzde 26,1 artışla 5 bin 269 adet oldu.

Eylül ayında yabancılara yapılan konut satışlarında İran vatandaşları 908 konutla ilk sırada yer alırken, İran'ı 826 konut ile Irak, 448 konut ile Rusya Federasyonu, 241 konut ile Kuveyt ve 222 konut ile Kazakistan vatandaşları izledi.

Geçtiğimiz hafta Suudi hükümetinin vatandaşlarını Türkiye’den konut almamaları ve almış olanların da konutlarını satarak elden çıkartmaları yönünde bir kampanya başlattığı haberleri yaygın şekilde yer almaya başladı. Suudilerin Türkiye’de konut alımları yönetimin bu kampanyasıyla bıçak gibi kesilirken, Türkiye’den konut almış olan Suudi vatandaşlarının da hükümet birimlerince aranarak konutlarını satmaları için resmi baskı uygulandığı dile getiriliyor!

14.MB Ekim ayı beklenti anketinde yılsonu dolar kurunun 7,90 TL’ye yükselmesiyle iktidarın Yeni Ekonomik Program’da 2020 yılsonu, 2021 ve 2022 yılları için ilan ettiği dolar kuru geçerliğini yitirdi!

MB’nin aylık beklenti anketinin Ekim ayı sonuçları, iktidarın ilan ettiği üç yıllık Yeni Ekonomik Program (YEP) hedeflerinin ciddi şekilde sapmaya uğrayacağı beklentisinin ağırlıkta olduğunu gösterdi. 29 Eylül’de açıklandığında YEP’e alkış tutan TOBB Başkanı, önde gelen ticaret ve sanayi odası başkanları, iş insanı derneklerinin iktidarın tepkisinden çekindikleri için bu şekilde davrandıkları gerçek düşüncelerinin ise YEP’in hiçbir hedefinin tutmayacağı yönünde olduğu MB anketinin sonuçlarıyla somut şekilde görülüyor. MB Beklenti Anketi ekim ayı sonuçlarına göre, yılsonu için Dolar/TL kuru beklentisi eylül ayındaki 7,60’tan 7,90 TL’ye yükselirken, TÜFE (enflasyon) beklentisi ise yüzde 11,46’dan yüzde 11,76'ya yükseldi. Dolar/TL kuruyla ilgili 12 ay sonrasında dönük beklentiler ise 8,31 TL olarak ağırlık kazandı. Diğer deyişle 2021 için doların TL karşısındaki değer artışının süreceği ve 8 TL’nin de üzerine çıkacağı beklentisi öne çıktı! Oysa hatırlanacağı gibi Hazine ve Maliye Bakanı tarafından açıklanan YEP’te 2020 yılsonu için Dolar/TL kuru 6,91 TL olarak yer alırken, 2021 için 7,68, 2022 için 7,88, 2023 için 8,02 olarak öngörülmüştü. MB anketinde bu yılsonu için 7,90, 2021 içinse 8,31 TL’ye yükselen dolar kuru beklentisiyle 2020 yılsonu, 2021 ve 2022 yılı öngörüleri net biçimde anlamsız hale geldi ve geçerliliğini yitirdi. Dolayısıyla üç yıllık YEP de bugünden bir kâğıt parçasına dönüştü. Öte yandan yılsonu için Türkiye ekonomisinin daralma beklentisi ise yüzde -1,5'tan yüzde -0,8'e gerilerken, gecelik faiz oranı beklentisi ise Ekim beklenti anketinde yüzde 11'den yüzde 12,83'e çıktı. Devlet İç Borçlanma Senetlerinin (DİBS) yıllık bileşik faiz oranı beklentisi eylül anketinde yüzde 12,42 iken, Ekim döneminde yüzde 12,74'e yükseldi.

İktidarın açıklamalarına, ilan ettiği hedeflere karşılık, ekonomideki tüm kesimlerle sektörlerin ve piyasa profesyonelleriyle, CEO’ların nabzını tutan Merkez Bankası beklenti anketi iş dünyasının iktidarın söylemlerinin aksine taban tabana zıt görüş ve beklenti içinde olduğu açığa çıkıyor. İktidar ile ekonomi yönetiminin ekonominin önde gelen kesimleri tarafından inanılır, güvenilir bulunmadığı eylül ayı anketinde kendisini gösterirken, ekim anketinde bu güvensizlik daha da belirgin hale gelmiş görünüyor!

ERDOĞAN TOPRAK

CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ

HAFTALIK DEĞERLENDİRME RAPORU

19 EKİM 2020

Etiketler
Erdoğan Toprak Erken Seçim Milletvekili Seçim Cumhuriyet Halk Partisi